Blog

Ergin Konuksever Özel Röportaj


Usta gazeteci Ergin Konuksever, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı gazeteci gözüyle anlattı. Konuksever, 35 yıl önce, yaşamını kurtaran, Rum doktora hayatını borçlu olduğu da kaydetmişti. Konuksever, 20 Temmuz sabahında…

Usta gazeteci Ergin Konuksever, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı gazeteci gözüyle anlattı. Konuksever, 35 yıl önce, yaşamını kurtaran, Rum doktora hayatını borçlu olduğu da kaydetmişti. Konuksever, 20 Temmuz sabahında adaya nasıl geldiğini ve neler yaşadığını tüm çıplaklığıyla anlattı. Konuksever, Rumların kayıplar konusunu hala kendi soydaşlarından gizlediğini belirtirken, bugün bile konunun tartışıldığını vurguladı. Dönemin Günaydın Gazetesi muhabiriyken ağır yaralanarak ölümden dönen Engin Konuksever, 2009 yılında hala, 35 yıl önce Rum askerleri tarafından el konulan fotoğraf makinesi ve filmlerinin nerde olduğunu soruyor.

Oshan SABIRLI: Ergin Konuksever kimdir?
Ergin Konuksever (E.K): 1937 doğumluyum. İstanbul’da liseyi tamamladım. Lise öğrenimim sırasında lise son sınıfta, 1956 yılında gazeteciliğe başladım. Vatan gazetesinde gazeteciliğe başladım. Ustam rahmetli Orhan Veli’nin kardeşi Adnan Veli ve Kemal Aydar’dı. Gazeteciliği onlardan öğrendim. Vatan gazetesinden sonra, Yeni Sabah gazetesine geçtim ve bir süre orada çalıştım. Hürriyet gazetesinde geçtim ardından Günaydın gazetesine geçtim. Günaydın gazetesinde uzun yıllar çalıştım. Günaydın gazetesindeyken, Ortadoğu savaşlarına gittim. Arap savaşlarında bulundum. Hem 1963 hem de 1973 savaşlarında bulundum. Sonra ise 1974 yılında Kıbrıs Harbi’ne gittim. Irak, İran savaşlarına katıldım, Irak-Amerika, El Fetih gerillaları savaşında da bulundum. Türkiye’de eşkıya takibi vardı, onları da izledim.

Ben onu hiçbir zaman bırakmadım
OS: Savaş Muhabirliğini nasıl tanımlarsını?
E.K: Bir şeyi önce yüreğinizde yaşatacaksınız. Gözünüz kestiriyorsa, o işin içine gideceksiniz, kestirmiyorsa hiç girmeyin bu işi de yapmayın. Savaş muhabirliği bence budur. Ben önce bir olayı, bir fotoğrafı yaparken, çekerken, önce onu yüreğimde çekerim. Ondan sonra da oraya dalarım. Bugüne kadar böyle şeylerden hiç geri dönmedim. Çok defa ölüm tehlikesi geçirdim. Hem Kıbrıs savaşında, hem de Arap-İsrail savaşında olsun. Bilhassa Afganistan işgalinde, başımdan çok büyük tehlikeler geçti. Defalarca ölüm tehlikesi geçirdim. Bu bende bir yılgınlık yaratmadı. Kaç defa Türkiye’deki olaylarda üstümüze ateş ettiler. Gerek sağcısı, gerek solcusu ikisinin ortasında da çok kaldık. Ama savaş devam ediyor, gazetecilik savaşı devam ediyor. Ben onu hiçbir zaman bırakmadım.

‘Kıbrıs’tan her an bir şey çıkması mümkün sen ne yap yap Kıbrıs’a git’
OS: 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’a nasıl geldiniz?
E.K: O dönemde Almanya’ya gidecektim. Almanya da, askeri hava filolarının bir yarışması vardı. Onu izlemek için oraya gidecektim. Orada jet uçaklarının atışları olacaktı. Bir yarışma düzenlenmişti, oraya gidiyorduk. Tam hava alanında, Ankara’dan oraya gidecekken adım anons edildi. Havaalanında telefona gittim, gazetenin yazı işleri müdürü Necati Özkan ‘Kıbrıs’tan her an bir şey çıkması mümkün sen ne yap yap Kıbrıs’a git’ dedi. Ben hemen oradan Mersin’e geçtim. Mersin’de arkadaşlar, dostar vardı. Baktım yığınak yapılıyor. O çıkartma gemilerinde, deniz piyade birlikleri içerisinde kendime bir yer buldum. Gemiden çıkarken, gemilerle beraber, bende yola çıktım. 20 Temmuz sabahı, Yavuz plajının oraya kapak attık. Bende askerlerle beraber çıktım.

Mühim olan oraya çıkabilmekti
OS: Kıbrıs’a çıkarken yanınızda ne getirdiniz?
E.K: Bütün makinelerim yanımdaydı. Habere giderken en önemli şey oydu. Birtakım elbise, pantolon falan vardı. En önemlisi makine ve film var mıydı? vardı. Onlar yeterdi. Film çoktu o atışa gideceğim için, 30-40 makara film vardı zaten. 3 tane kamera vardı. 11 tane objektif vardı. Her şeyim vardı yani… Kıbrıs’a çıktıktan sonra, bir dönem makinelerimizi oradan askeri birlikten temin ettik. Postal, komando pantolonu falan aldık. Onlar önemli değildi zaten. Benim için bunların hiç önemi yoktu. Mühim olan oraya çıkabilmekti. Tabii orada iş yapabilmekti, yaptıkta. Yani her şeyimiz vardı.

Tabur imamları devamlı askere moral verdiler.
OS: Kendinizi savaşın içinde nasıl buldunuz?
E.K: Aslında askerlerle beraber çıktık. Neşet İkiz vardı. Albay İkiz, o zaman yarbaydı. Onunla beraber çıktık. Ayni çıkartma gemisindeydik. Yolda giderken, askerin arasında, tabur imamları vardı. Tabur imamları devamlı askere moral verdiler. Şehitliği anlattılar, şehit olmak nedir, gazi olmak nedir söylediler. Bunun öteki dünyada yeri nedir, anlatarak tabur imamları devamlı moral verdiler. İcabında namaz kıldırdılar, kuran okudular. Asker oraya geldiğinde morali yükselmişti morali fırtına gibiydi. Kapak atıldıktan sonra herkes zaten yapacağı görevi aşağı yukarı biliyordu. Çılgın gibi tepelere doğru koşmaya ve tırmanmaya başladılar. Ellerinde silah, mermi kutusu, Karşıdan da ateş geliyordu, ateşin üste, ateş ede ede gidiyorlardı. Orada o tırmanış sırasında, tepelere çıkarken birçok insan da şehit oldu. Bayağı kayıp verildi. Neşet İkiz Albayla biz tepedeki eve geldiğimiz zaman orada beyaz bir ev var hala duruyor. O evden içeriye girdik. Ateşte bir ufak tencere içerisinde yumurta kaynıyordu. Evi sahipleri henüz terk etmişti. Orada o yumurtaları aldık ve bir iki tanesini biz yedik.

Ölüler normal gelmeye başlıyor.
OS: savaşta gazeteci olmak nasıl bir duyguydu? nerede bulunacağınızı, neyi çekeceğinizi nasıl belirliyordunuz?
e.k: Orada ne görüyorsan onu çekiyor, basıyorsun. Sende orada o heyecanı yaşıyorsun. Örneğin tankın üzerinde giderken, tank 2–3 top atarken bayağı heyecanlanıyor, sarsılıyorsun. Tam mermi çıkarken birhayli sarsılıyorsunuz. Bir noktadan sonra tankın atışı size normal geliyor. Ölüler normal gelmeye başlıyor. Ben bunu yaşadım, tankın üzerinde gidiyorsunuz, ben tankın arkasında kulenin arkasındaydım. Bir battaniye yaydım. Aksi taktirde çalışmanın olanağı yok. Kuleye mermi vuruyor dönüyor. İlk 1-2’si sizi heyecanlandırıyor. Ondan sonra alışıyorsunuz. Kuleye vurup dönen mermiler hiçbir heyecan vermiyor. Bir savaşın belki kötü tarafı. Şöyle de bir şey oldu, ben tankın, kulenin arkasından gidiyorum, Tankın komutanı üsteğmen Eser’di. Tankın üzerinde Merih 1 yazıyor. O komutan’ın tankıydı. Onlar içeride ben dışarıdaydım. Kulenin kapağı açık ben kulenin arkasındayım. Ben bir şey görürsem içeriye sesleniyorum. ‘Bakın üsteğmenim şurada 3 kişi var bize ateş ediyorlar’ dedim. Tank o tarafa dönüyor, basıyor çiğniyor onları, hiç aldırmıyorsunuz. O vakte kadar ateş gelmiş devamlı. O an sende bir ölüm heyecanı yaşıyorsun ister istemez. Tank geliyor geliyor, o geri tepmeli topa bir tane vuruyor, alabora oluyor. Personelin hepsi bir tarafa dağıldı. Tank hepsini çiğnedi geçti. Onları çiğnerken gayet normal bakıyorsun.

Savaş benim psikolojimi bozmuş…
OS: Psikolojinizi bozduğunu hiç düşündünüz mü?
E.K: Ben farkında değilim ama savaş benim psikolojimi bozmuş. Ama bunu ben farkında değilim. Eve döndükten sonra, bu savaşı yaşamışız, Eşim gece kalkıp yatağın içerisinde oturduğumu söylüyordu. Ben farkında değilim. Oturduğumu farkında değildim, niye oturuyordum? Hiç farkında olmadım. Beni dürtüyordu, ben tekrar yatıyordum. İlk zamanlar öyleymiş. Sonra sonra alıştık.

OS: İlk kapağın atıldığı o anlarda bir gazetecinin objektifinde neler vardı?
E.K: O çıkarmada çok şeyler vardı asıl benim vurulduğum gün orada çok güzel fotoğraflar vardı. Çıkıyoruz tepeye tırmanılıyor. Deniz piyadelerin suyun içinden gelen fotoğrafları vardı. Bir savaşın aynası olan fotoğraflardı. Asker hücum ederken sizde hücum ediyordunuz. O günlerde ilk çıkarma zamanında tanklar yoktu. Tanklar daha sonra geldi. Bir yandan da hava indirmeler başlıyordu. Paraşütçüler böyle benek benek görülmeye başladı. Uçakların sesinin duyulmasından sonra, benek benek paraşütçüler görüldü. Önce nohut tanesiydi daha sonra büyümeye başladılar. Onlarda hava indirmesiydi, hepsini gördük, onların hepsi gözünüzün önünde bir senaryo devam ediyor.

OS: Fotoğrafları gazetenize nasıl ulaştırıyordunuz?
E.K: Teknoloji şimdiki gibi değildi. Fotoğrafları çekiyorsunuz, çektiklerinizi bir zarfın içerisin koyuyorsunuz. İçine notlarınızı yazıyorsunuz. Kasetleri eğer numaralandırdıysanız 1 numaralı kasette şu var, 2’de şu var şeklinde aklınızda kaldığı kadarı ile yazıyorsunuz. Zarfın içerisine 1-2’de kağıt koyuyorsunuz. Telefon olasılığı olmadığı için de, haberleri de o şekilde yolluyorsunuz. Savaşın 1’inci harekatından sonra telefon olasılığımız da oldu. Ama çok zor konuşuyorduk, saatlerce konuşmak için sıraya giriyorduk. Hedef Girne’ye (Kırnı) oradan bir helikopter kalkıyordu. 4.30’da, Adana’ya ona yetiştirirseniz zarfınızı, Adana’ya gidiyor. Adana’dan Adana muhabiri geliyor o zarfı helikopterden alıp gazeteye ulaştırıyordu. Ben orada şöyle bir şey yapıyordum. Asker orada mektup yazamıyordu. Hepsinin ailesi merak içerisindeydi. Onlardan mektup alıyordum. Evine mektup göndermek isteyen var mı diye, oturup mektup yazıyorlardı ben onların mektuplarını Adana’dan İstanbul’a yolluyordum. İstanbul’dan gazete’den hepsinin evine postalanıyordu. Anneler-Babalar bu sayede çok mutlu oluyorlardı. Birçoğunun anne ve babası İstanbul’a gelince teşekkür etti.

Kayıp değiller, öldüler…
OS: Kıbrıs’ta yaralanmanız nasıl oldu?
E.K: O güne kadar daha büyük yaralanma tehlikeleri geçirmiştim, burnum bile kanamamıştı. Serdarlıdaydık, orada bizim tank, ben yine kulenin arkasındaydım. Yine üsteğmene burada bir kıpırtı var demiştim. Topçu topun başındaydı ona seslendim ve kıpırtının oluğunu söyledim. Orada adam var dedim. Hemen tank o tarafa döndü tepeye doğru yaklaştık. Tepenin arkasından EOKA elbisesiyle 5 kişi çıktı. Fakat hepsi elleri yukarıda çıktılar ve hiç bir şey yapmadılar. Tankın önünde diz çöktüler. Tankı öpmeye başladılar, ağlamaya başladılar. Ersin üsteğmen onları teskin etti, hepsinin ağzına birer tane sigara koydu. Onların ağzına sigara koyarken fotoğrafları da vardır. Onların o fotoğrafları da daha sonra bir yerlerde yayınlandı. Sigaralarını yaktı, rahatsınız dedi, korkmayın esirsiniz dedi. O bizim gittiğimiz tank timinin komutanı Hakkı Borataş Paşa vardı, Tuğgeneral. Bizim gittiğimiz ekibin adı da Bora Özel Ekibi’ydi. En önde giden timdi. Arkada mücahitler vardı, mücahitleri çağırdı. ‘Bunları alın, bir yere kapatın’ dedi. Peki dediler, tam tanklar hareket edecek, o mücahitlerde onları götürüyor O sırada arkadan silah sesleri gelmeye başladı. O tankın üzerinden atladım hemen o tarafa doğru koştum. Baktım, o Beş kişiyi, mücahit arkadaşlar vurmuşlar. Paşa çok sinirlendi. Paşa niye vurdunuz bu adamları dedi. Onların başında olan Mücahit arkadaşta dedi ki, ‘Paşam benden öyle bir iş itiyorsun ki. Nereye kapatacağım bunları, yer mi var. Biz zaten senelerdir bu günü bekliyoruz. Benim anamı, babamı bunlar öldürdü. Biliyor musun?’ dedi. Çocuklardan bir diğeri ise ‘benimde abilerimi öldürüler’ dedi. Orada 5-6 mücahit vardı ve hepsinin de sülalesinde Rumların öldürdüğü 1-2 kişi bulunuyordu.

Camdan makineyi çıkardım, journalıst,journalıst…
E.K: ‘Biz zaten böyle bir gün bekliyoruz, intikamımızı aldık’ dediler. Baktık başka da birşey söyleyemeyiz dedik. O sırada arkadan bir dozer geldi bir çukur açtı, 5 kişiyi koyduk oraya kapattık. Yola devam ettik ve Serdarlı’ya geldik. Saat 4.30 civarıydı. Helikoptere görüntü yetiştirecektik. Tanklar benzin alacak, akaryakıt ikmali olacak dediler. Ordan nasıl gidebiliriz diye düşünürken Orada bir kadın var, kadının da adı Yüksel Ahmet’ti. Doğuracak bunu da hastaneye götürün, isterseniz onun götürüleceği minibüse binin denildi. Cengiz, ben ve Adem Yavuz bindik. Yolda giderken bir yola girdi ‘sakın bu yoldan gitme, ben sabahleyin oradan tankla geçtim, burası plan dışı, biz henüz orayı almadık’ dedim, yok dedi bu yol daha kısa derken 100-150 metre gitmeden yoğun bir ateş başladı. O minibüs kevgir gibi oldu. Ben yere yattım, şöför Allah dedi ve üzerime yığıldı. Yaylım ateşi 2-3 dakika sürdü. Ben camdan fotoğraf makinesini çıkardım, Journalist, Journalist, diye bağırdım.

Bende gazeteciyim ama birbirimize düşmanız
E.K: Ateşi kestiler, oradan sakallı bir Rum askeri çıktı. Sarışın kafada miğfer vardı. bana gel dedi. Arabadan indim, iner inmez bir mermi de ben yedim. O adama kadar yaklaştım. O bana kimsin sen dedi, ben, gazeteciyim dedim. ‘Bende gazeteciyim ama ne yazık ki birbirimize düşmanız’ dedi. Beni daha sonra Rum hastanesine kaldırdılar. Hastanedeyken ben, hastane personeli ikiye bölündü. Kimisi bırakalım dedi ölsün. Kadın hemşireler vardı, gelip beni sedyede yumrukluyorlardı, kan kaybından ölmem için. Rum doktor ise kendi hemşireleriyle önlemeye uğraşıyorlardı. ‘Ben Hipokrat yemini etmiş bir doktorum. Beni bu savaş ilgilendirmez. Ben seni tedavi edeceğim benim güvencemin altındasın’ dedi. Beni ameliyat ettiler daha sonra başka kötü bir durum oldu. Adem Yavuz’u gelip yanıma yatırdılar. Hiç burnu bile kanamamıştı, ihtimal bile veremedim. Ne oldu, niye oldu derken, Adem 10 gün konuşmadı. Hiç konuşamadı, komada… 10 gün sonra bir ara kendine geldi. ‘Kaçalım buradan bu adamlar bizi öldürecek’ dedi. Oğlum kaçacak halimiz mi var? Nasıl kaçacağız? Ben böyle sargılar içerisindeyim, sen karnından yaralanmışsın. Sen ameliyata gittiğinde geldi, birisi bana ateş etti dedi. EOKA onu hastane’nin bahçesinde vurmuş. Çok kötü öldü. Çok acı çekti. Yalnız o Doktor, Adem’i de kurtarmak için çok çaba saffetti. Onu 5 defa ameliyat etti. Fakat olmadı işte.

Bu 5 harp esiri nerede
OS: Makineleriniz o arada mı kayboldu?
E.K: Ben vurulunca Rumlar benim fotoğraf makinelerimi aldılar. Filmlerimi aldılar ve o filmleri sonradan basıp, albüm yapıp, dünyanın 4 bir tarafına dağıtmışlar. Bilhassa İngiltere’de, İngiliz gazetelerinde çıkmışlar. Bu 5 harp esiri nerede diye. O esir alınıp mücahitlerin kurşunladığı, o esirlerin hesabını hala soruyorlar. Ölmemişlerdir diye. Bende buradaki BM komisyonuna geldim. Bir ifade verdim. Öldü mü? ölmedi mi? diye sordular.

Filmlerimi bulursanız bu adamların ölüp ölmediğini anlarsınız
Komisyonun başkanı olan Hollandalı adama ‘Bakın hiç böyle öldü mü, ölmedi mi münakaşası yapmayın. Sen benim filmlerimi bul getir. Hepsini buraya koymuşsunuz. Ama benim filmlerimi bulursanız bu adamların ölüp ölmediğini anlarsınız’ dedim. Nasıl diye sorduklarında burada diri halleri var: Ama o filmler bulunursa onların ölü hallerini de o filmlerde göreceksiniz. O filmlerde var dedim. O zaman zaten bu işi hesabı sorulmayacak. O zaman o fotoğraflarla onların ölmüş olduğu sabit olacak. Toplantıdan çıktık ve geldi koluma girdi ve ‘dostum sana bir şey söyleyeyim mi. Bende bu adamların öldüğünü biliyorum. Ama ben soğuk bir memleketin çocuğuyum. Hollanda’dan geldim. Burası ne kadar güzel, ayda da 20 bin dolar maaş alıyorum. Dostum ben bu işin zaten bitmesini hiç istemiyorum ki. Bu mesele devam etsin’


Leave a comment

Your email address will not be published.